ERBAKAN’I VE 28 ŞUBAT’I DOĞRU ANLAMAK
M. Recai Kutan
Milli Gazete
27 Şubat 2011 tarihinde emsali görülmemiş muhteşem bir kalabalığın dualarıyla Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan Hocamızı vefatının sene-i devriyesinde anmak ve ahde vefa göstermek üzerimize bir vecibedir. Böyle bir vesile ile Hocamızın anlatmak benim için en büyük onurdur. Cenab-ı Hak’tan kendilerine rahmet ve mağfiret diliyorum.
Merhum Hocamızla, 1947 yılında İTÜ’deki talebelik dönemlerimizden başlayan bir beraberliğimiz oldu. İyi günlerde, zor günlerde mücadelemizin her safhasında, hatta yaklaşık bir yıllık hapishane hayatında bir arada bulunduk. Bizlere ömrümüzü bereketlendiren böylesine dava arkadaşlığı nasip ettiği için Rabbimize sonsuz şükürler ediyorum.
Malum olduğu üzere Hocamızın vefatı ile Milli Görüş’ü tarihin sayfalarına gömmek isteyenlerin gerçekleştirdiği ve ülkemiz için bir kara leke olan 28 Şubat Postmodern Darbesi aynı günlere rastlamaktadır. Bu yönleri ile bir yandan Hocamızı anarken diğer yandan yapmış olduğumuz mücadelenin dile getirilmesi adeta bütünleşmiştir. Dolayısıyla Erbakan Hoca’yı anmak, sadece bir takım anekdotlar anlatmak ile değil, onun bizlere emanet etmiş olduğu Milli Görüş davasını ve mücadelesini doğru bir şekilde anlamak ile mümkündür.
Erbakan Hocamız 85 yıllık ömründe sadece hakkın rızasını kazanmak, yeryüzünde hakkı hâkim kılmak, “Yaşanabilir Bir Türkiye”, “Yeniden Büyük Türkiye” ve hak ve adalet temelli “Yeni Bir Dünya” kurmak için var gücü ile çalışmıştır. Kendi tabiri ile “cihat” farzını yerine getirmek için gecesini gündüzüne katmış ve Türkiye gemisinin Batı’ya dönük rotasını milli yöne döndüren emsalsiz bir lider olmuştur. O sadece Türkiye’yi değil, İslam âlemini de etkileyen bir önder idi.
Kuveyt’te toplanan “Türk-Arap İlişkileri Konferansı”, Sudan’da toplanan “Türk-Afrika İlişkileri Konferansı” ve Erbakan Hocamızın üstün gayretleriyle 1992 yılından beri kesintisiz gerçekleştirilen “Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi” toplantılarında Müslüman ülke temsilcilerinin Erbakan Hocamıza gösterdikleri ilgi ve saygı gözlerimi yaşartmıştır. Söz birliği etmişçesine hepsi, “Erbakan sadece Türkiye’nin değil, bizim de liderimizdir.” diyorlardı.
Tunus Nahda Hareketi Lideri Raşid Gannuşi, “Erbakan benim de hocalarımdan biriydi. Ondan çok şey öğrendim.” Hamas Lideri Halid Meşal, “Bize göre Erbakan, ikinci Abdülhamid’dir.” Yusuf el-Karadavi, “Erbakan hayatı boyunca Müslümanlara önderlik etmiş, İslam ümmetinin uyanış ve dirilişinde büyük hizmetler yapmıştır.” Mısır İhvanı Müslim Lideri Mehdi Akif, “Ben onu takvasıyla, ilmiyle, fikir ve projeleriyle Allah’ın bu asra gönderdiği bir müceddit olarak tanıdım.” Fas Başbakanı Saadeddin Osmani, “Erbakan bizim de liderimiz idi.” ifadelerinde bulunmuşlardır.
Önüne dünya çapında bir ilim adamı olabilme, büyük servetler kazanabilme, rahat ve huzurlu bir hayat (!) gibi dünyanın olanca nimetleri serilmiş iken o şuurlu bir Müslüman sorumluluk anlayışıyla zoru yani cihat yolunu seçti. O İslam’ın sadece namaz, oruç, hac gibi bireysel ibadetlerden ibaret olmadığını, cihadın ise en büyük ibadet olduğunu söyledi. Şartlar ne olursa olsun hakkın hâkimiyeti için çalışılmasını, nefis terbiyesinin esas alınmasını ve maneviyatçı olmayı öğütledi.
“Namaz dinin direği, cihat ise zirvesidir.”, “Biz siyaset değil, cihat yapıyoruz.”, “Cihat; hakkı, iyiliği, adaleti hâkim kılmak için takatinin sonuna kadar gayret göstermektir.” derdi. Bu inançla takatinin sonuna kadar çalışır, yorulma nedir bilmezdi.
Erbakan Hoca, çok iyi bir İslami terbiye almış, son derece nazik bir şahsiyetti. Muhatabına mutlaka “siz” diye hitap eder, hiçbir zaman “ben” demez, daima ceketinin önünü ilikli tutar ve hiç ayak ayaküstüne atmazdı. Samimi bir dindar ve ehli tarik idi. Allah lafzını hiç dilinden düşürmez, önüne beyaz bir kâğıt alıp yazmaya başlamadan önce kâğıdın sağ üst köşesine mutlaka besmele yazardı. Yaptığımız her toplantıyı mutlaka “Fatiha” ile açar, “Fatiha” ile kapatırdı.
“Ben Lider Oldum” demekle lider olunmaz. Erbakan Hocamızın hayat çizgisine bir bakınız. Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla adım adım liderliğe yükseldiğini görürsünüz. Aileden iyi bir İslami eğitim aldı. Eğitim hayatı hep birinciliklerle geçti. Liseyi birincilikle bitirdi. İstanbul Teknik Üniversitesine birincilikle girdi. Giriş imtihanında gösterdiği büyük başarıdan dolayı eğitime ikinci sınıftan başladı. İTÜ’den birincilikle mezun oldu. Bu başarıların temelinde Hoca’nın Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği muhteşem zekâ ve hafızası, inancı, sabrı ve azmi vardı.
Henüz lisede öğrenci iken İstanbul’un büyük âlimi Hüsrev Hoca’dan ders aldı. İTÜ öğrenciliğinden itibaren de art arda üç büyük mürşitten (Hacı Hasip Serezi, Abdülaziz Bekine ve Mehmet Zahit Koktu) feyz aldı. Böylece maddi ilimlerdeki başarılarına ilaveten güçlü bir İslami altyapıya da sahip oldu. Halkımızın büyük bir bölümü böyle bir liderin değerini çok iyi anlamış ve ona en yakışan ve uyan “Mücahit Erbakan” ve “Erbakan Hoca” sıfatlarını lâyık görmüştür.
Erbakan Hocamızla 1947 yılında İstanbul Teknik Üniversitesine girdiğimde tanıştım. O son sınıf öğrencisi idi. İTÜ binasının arka bahçesindeki terk edilmiş bir bekçi binasını mescit haline getirmişlerdi. Orada hem namaz kılınıyor hem de sohbet yapılıyordu. Nüktedan ve esprili söylemi olan, sempatik ve duygusal bir insandı. İlk tanışmamızda şık giyimli, ince yapılı, zarif kişiliği ve konuşma tarzıyla beni etkilemiş, onun sıradan biri olmadığı intibaını almıştım.
Fatih Zeyrek’teki Ümmü Gülsüm Mescidine yatsı namazı için arkadaşlarımızla birlikte gittiğimizde mescidin imamı Abdülaziz Bekkine’nin evinde sohbete kalırdık. Sohbete katılanlar arasında gayet müeddep bir şekilde yer minderine oturmuş Erbakan’ı da görürdük.
İTÜ’yü birincilikle bitirip İTÜ Motorlar Kürsüsüne asistan oldu. Bir süre sonra üniversite onu Almanya’ya gönderdi. Almanya’da çok kısa bir sürede biri doktora olmak üzere üç tez hazırladı. Doktora tezi Alman ilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. 1953’te 27 yaşında Türkiye’nin en genç doçenti oldu. Almanya’dan dönüşte hep, “Bizim Almanlardan ne eksiğimiz var? Niçin biz kendi yerli motorumuzu yapmıyoruz.” diye dertlenirdi.
Abdülaziz Bekkine’nin vefatından sonra yerine geçen Muhammed Zahid Kotku’nun tavsiyeleri ile 200 ortaklı Gümüş Motor Şirketini kurdu. Fabrika, 1960 yılında imalata başladı. Ama bu milli tesisi batırmak için ithalatçı ve montajcı bazı firmalar her türlü engelleme gayretinde bulundular. Dolayısıyla Türkiye’nin ilk yerli motorunu yapan bu fabrika daha fazla dayanamadı ve yerini Pancar Motor’a devrederek imalatını sürdürdü.
Türkiye’nin sanayileşmesinde Türkiye Odalar Birliği önemli imkânlara sahipti. Özel sektöre tahsis edilecek dövizin dağıtımı, Odalar Birliği tarafından yapılıyordu. O güne kadar bu kısıtlı imkânlar çoğunlukla İstanbul’daki büyük firmalara gitmekteydi. Bu imkânları, ülke yararına daha iyi kullanabilmek amacıyla Erbakan Hoca, sırasıyla bu kurumda Sanayi Dairesi Başkanı, Genel Sekreter ve Genel Başkan olarak görev aldı. Döviz dağıtımını, hazırladığı adil bir puanlama sistemiyle yapmaya başlayınca Anadolu’daki küçük sanayi şirketleri de dövizden pay sahibi oldular. Bu da onların kısa bir sürede gelişip büyümelerini sağladı.
İstanbul çevresindeki bazı büyük sermaye grupları bundan rahatsız idiler. Onların gayretleriyle Odalar Birliği genel kurulunda Genel Başkan seçilmiş olan Erbakan, Demirel Hükümeti tarafından polis marifetiyle görevinden uzaklaştırıldı.
O dönemde bütün Türkiye sathında şu konularda konferans veriyordu: İslam ve İlim, Milli Eğitim, Milli Sanayi, Ortak Pazar... Diğer önemli ülke sorunları hakkında da konferanslar verdi. Delilleriyle gelişmiş olan bütün ilmi gerçeklerin İslam âlimleri tarafından keşfedildiğini, gerçek anlamda bir mili eğitim, milli sanayi, lider ülke kalkınmasının nasıl olacağını anlatırdı. Vatandaşlar da hayretle dinlerdi. Bu konferanslar ile aslında inancımıza, tarihimize, kültürümüze sahip çıkmamızın telkini yapılıyordu. Bu çok yoğun ve zor çalışmalarla ileriki yıllarda İslami duyarlılığı olan kitleler bir araya gelmeye başladılar.
Bu tecrübelerden sonra çevreden yapılan ısrarlı baskılar ve siyasi gücün öneminden dolayı 1969’da Konya’dan bağımsız aday olup üç milletvekili çıkarabilecek oyla parlamentoya girdi. 1969 yılında çok zor şartlarda ilk seçim çalışmalarına başladığında Konya’da yaşlı bir zat kendisine, “Hoca! Doğru şeyler söylüyorsun. Lakin bir çiçekle bahar gelmez ki!” demişti. Hocamız da tarihe geçen şu cevabını ilk orada vermişti, “Bey Amca! Sen de doğru söylüyorsun. Evet, bir çiçekle bahar gelmez. Ama unutma ki her bahar, bir çiçekle başlar.”
Erbakan Hoca, AP’den ayrılan iki milletvekili Hüseyin Abbas ve Hüsamettin Akmumcu ile birlikte Meclisi adeta silkelediler. Yepyeni mesajlarla mecliste en etkili çalışmaları yaptılar. Çok farklı bir dil, çok farklı yorumlarla hayret uyandırdılar.
24 Ocak 1970 yılında Necip Fazıl Kısakürek, Eşref Edip ve Tahsin Demiray gibi münevverlerin de desteğiyle “Milli Nizam Partisi” kuruldu. Halkın sıcak ilgisiyle parti Türkiye genelinde süratle teşkilatlandı. Bu parti sağ-sol çizgisinde dışında milli bir siyaseti benimsiyor, “Önce Ahlak ve Maneviyat” sloganı ile milleti kendi özüne, tarihine sahip çıkmaya davet ediyordu.
Çalışmalarda en büyük sıkıntı mali imkânsızlıklar idi. Çünkü partiyi destekleyenlerin çoğunluğu dar gelirliydi. Onların büyük fedakârlıklarıyla partinin bir kısım masrafları ancak karşılanabiliyordu. Partinin bir tek binek arabası olmadığı için Erbakan Hoca, yanına iki üç arkadaşımızı da alarak merhum Orhan Batı’nın arabasıyla Anadolu’yu dolaşıyordu.
O güne kadar duyulmamış mesajlarla yola çıkan ekip ilk rastladıkları kahvehaneye giriyorlardı. Kahvehanelerde ancak 20-25 kişi olurdu. Erbakan, onları selamlayıp çaylarını içtikten sonra bir sandalyenin üzerine çıkar, sanki binlerce kişiye hitap ediyormuş ciddiyetiyle Türkiye’nin ve İslam âleminin içinde bulunduğu sıkıntıları anlatırdı. Toplumumuzda kurtuluşun tek ilacının “Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker” yani toplumda iyilikleri hâkim kılınması ve kötülüklerin önlenmesi için el birliğiyle çalışmak olduğunu söyler ardından da “Geliniz hep birlikte çalışmak için sizleri partimize üye yapacağız.” derdi. Genellikle dinleyenlerin büyük çoğunluğu da partiye üye olurlardı. İşte Milli Görüş Hareketi, bu imkânsızlıklarla bir avuç insanın emeği ile başladı.
Erbakan Hoca, tarihimizde çığır açan liderlerimizi kendisine örnek almıştı. Ebu Eyyûb el-Ensarî’yi, Sultan Fatih’i, Selahaddin Eyyubi’yi ve birçoklarını. Müslümanlara Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Meydan Muharebesi’ni anlatır, mücahit kumandan Sultan Alparslan’ın Milli Görüş Hareketi’nin önderlerinden biri olduğunu ifade ederdi. Bu anlayışla 24 Ocak 1970 tarihinde kurulan “Milli Nizam Partisi”nin ilk üyesinin Sultan Alparslan’ı temsil etmek üzere Malazgirt’ten birinin olmasını kararlaştırdık.
İlk üyenin seçimini Malazgirt’e gitmek üzere Van uçağını beklerken İTÜ’den bir profesör arkadaşı da salona girdi. Kıyafetinden deniz kenarındaki bir sayfiye yerine gitmekte olduğu anlaşılıyordu. “Necmettin, nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Malazgirt’e gidiyorum.” cevabını alınca hayretler içerisinde, “Bu sıcak yaz gününde deniz kenarına gideceğine Malazgirt’e gidiyorsun. Oralarda ne işin var?” dedi. Erbakan Hoca’nın yaptığı açıklama karşısında ise adamın yüzünde “Şu kadar akıllı, kabiliyetli birinin yaptığı şu işe bak.” şaşkınlığı vardı. Adamcağız bu yapılanların bir cihat çalışması olduğunu nereden bilecekti!
Halkın yığın yığın MNP’ye katılmaları AP ve CHP’yi ürkütüyordu. İsmet Paşa, “Bir mühendis efendi çıkmış, ‘Okullarda İmam-ı Gazali’yi, İmam-ı Rabbani’yi okutacağız.’ diyormuş. Böyle bir şey olamaz.” diye çıkışıyordu.
Başbakan Süleyman Demirel de, ”Bir arkadaş çıkmış, ‘Adalet Partisi ile CHP’nin temelde aynı zihniyete sahip. Her ikisi de Batı taklitçisi.’ diyormuş. Bu çok yanlış bir iddiadır.” diyordu. Bunun üzerine Erbakan Hoca Meclis kürsüsünden Demirel’e sordu, “CHP’den farklı iseniz sizin zihniyetiniz, renginiz ne?” Demirel kürsüden, “Bir arkadaş benden sordu. ‘Sizin zihniyetiniz ne, renginiz ne?’ Ona diyorum ki bizim rengimiz yok, zihniyetimiz ise akılcılıktır.” Erbakan Hoca, bu açıklamaya karşı:
“Akılcılık zihniyet olur mu? Herkesin aklı var. Bir mürşidin aklı insanları sırat-ı müstakime davet için çalışır. Sarhoşun aklı ise mahalle bakkalını kandırıp ondan bir şişe içki nasıl alırım diye çalışır. Önemli olan aklın temelindeki zihniyettir. Değerli olan imanın emrindeki akıldır. Akıl, imanın ve İslam’ın emrinde en büyük nimet, nefsin ve şeytanın elinde ise bir felakettir. Mademki bizim rengimiz yok diyorsunuz, onun için bundan sonra sizleri ‘renksizler’ diye isimlendireceğiz.”
Bu sefer Demirel soruyordu, “Zihniyetimiz ‘Milli Görüş’ diyorsunuz. Nedir şu Milli Görüş? Ne olduğunu hâlâ anlayabilmiş değiliz.” Hocamızda çok yerde sorulan bu soruyu şöyle cevaplıyordu:
“Herhangi bir kimse, Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan, Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan, Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup denize atını sürmeden, Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi ‘Ya Allah’ deyip namluya sürmeden, Sakarya siperlerine girmeden Milli Görüş’ün ne olduğunu anlayamaz.
Milli Görüş bu aziz milletin değerlerini, inancını, tarihini, kültürünü temsil eden ‘Millet-i İbrahim’ düsturundan kaynaklanan ve hakkı üstün tutan görüştür. Barış ve huzuru, hürriyeti, adaleti, refahı, saygınlık ve onuru temsil eden Milli Görüş, milletimizin aslına dönüş hareketidir.”
Milli Nizam Partisi uydurma gerekçelerle ve hukuk dışı bir uygulama ile kapatıldı. Başka bir lider olsa partisi kapatılınca morali bozulur, siyaseti terk ederdi. Böylesine haksız bir uygulama karşısında Erbakan Hoca ve arkadaşları ise “Biz demirci örsündeki çeliğe benzeriz. Dövüldükçe daha da güçleniriz.” diyorlar ve kapatmayı önemsemiyorlardı.
Milli Nizam Partisi’nden sonra kurulan Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi de aynı zulüm anlayışlarıyla kapatıldı. Ama Milli Görüşçüleri yıldıramadılar. Çünkü karşılarında inançlı, azimli, kararlı kadrolar vardı. Şu olay Milli Görüşçülerin bu haksızlıkları, hukuk cinayetlerini nasıl önemsemediklerini, hatta hafife aldıklarını açıkça göstermektedir.
Milli Nizam Partisi kapatılınca teşkilat mensupları Ankara’ya gelip merakla Süleyman Arif Emre ağabeyimize soruyorlardı, “Ağabey, şimdi ne yapacağız?” O da bilge tavrı ile “Bir kimsenin abdesti bozulursa ne yapar? Gider yeni bir abdest alır. Biz de abdestimizi yenileyecek ve yeni bir parti kuracağız.” diye cevaplandırıyordu. Onlar dört kere abdestimizi bozdular biz de her seferinde abdestimizi yeniledik. Şu anda da Saadet Partisi ile bu göreve devam ediyoruz.
Refah Partisi’nin kapatılmasının ardından Erbakan Hoca şunları söylemişti: “Bütün camiamıza sesleniyorum. Her zamankinden daha fazla huzura, sükûnete riayet edelim. Bu olay aslında tarihin akışı içinde fevkalade basit bir olaydır.” Bu üslup, özlenen bir lideri, yüreği vatan ve millet aşkıyla yanan gerçek bir devlet adamını yansıtmaktadır.
Refah Partisinin Anayasa Mahkemesindeki kapatma davasında savunmayı bizzat muhterem Hocamız yaptı. Bir motor profesörünün bu kadar ehliyetle ve bir ilim adamı, bir devlet adamı üslubuyla, vukufla yaptığı 4,5 saatlik savunma mahkeme heyeti tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı. Mahkemeyi çok yakından takip eden milletimizin hissiyatını da değerli yazar Ahmet Taşgetiren “Seni Seviyoruz Savunan Adam” başlıklı yazısıyla dile getirmişti.
Partilerimizi kapattıkları yetmedi, uydurma gerekçelerle Erbakan Hoca tutuklu ve siyasi yasaklı hale getirildi. Dahası toplum nazarında itibarsızlaştırmaya çalışıldı. Ama neticede hiçbir karalama, iftira, yalan ve engellemeler tutmadı. Tersine milletimizin teveccühü o vefat ettikten sonra dahi devam etti, ediyor da.
Fazilet Partisi de aynı anlayışla 22 Haziran 2001 tarihinde kapatıldı. Onun üzerine 25 Haziran 2001 günü mecliste şu konuşmayı yapmıştım:
“Geçen hafta, ana muhalefet partisinin genel başkanıydım. Şimdi sizleri sadece bağımsız bir milletvekili olarak selamlıyorum. Ana muhalefet partisini millet değil, mahkeme kapattı. Bu mahkeme kararı uygulanacaktır. Ancak bu karar, toplum vicdanı tarafından kabul edilmemiştir ve edilmeyecektir. Çünkü bu karar yanlış ve haksız bir karardır. Bazı çevreler, Türkiye de tek tip parti olsun istiyor. Demokrasilerde esas olan, farklılıktır ve bireydir.
Birbirimizi, milletimizi ve dünyayı kandırmayalım açık ve samimi olalım. Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi yoktur. Evet, sadece bir demokrasi oyunu oynanmaktadır ve maalesef siyasi partilerde bu oyunu oynamaktadırlar.
Başsavcı tarafından hazırlanan iddianamede, Fazilet Partisi için ‘kan emici vampirler, bünyeyi saran metastaz yapmış habis ur’ tabirlerinin kullanılması, bu davanın nasıl bir ruh hali ile açıldığını ortaya koymaktadır. Evet, partimiz kapatıldı ama asla yenilmedik.”
Peki, bu partiler ne için kapatıldı? Erbakan Hoca ve arkadaşları niçin hapis yattılar? Gerekçe ne idi? Ne ile itham edildiler? Suçları ne idi? Bu soruların cevabını mahkemede savcının açıkladığı MSP davasının esas hakkındaki mütalaasında bulabilirsiniz:
“İslami bir tabir olan ‘cihat’ sözcüğü kısaca ‘hakkın hâkimiyeti, İslam’ın hâkimiyeti’ için mücadele demektir. İslami kurallara göre cihat etmek; namaz kılmak, oruç tutmak gibi zorunlu bir dini akidedir. Bunun için yeri geldiğinde can ve mal feda edilmelidir. Cihadın yolu hakkın tebliğidir, İslam’ın tebliğidir.
İslam’ı anlatmayı üstlenen kişiler şu prensiplere uymalıdırlar: Tebliğ edilen davayı iyi bilmek, bildiğini yaşamak, hakkı tavsiye, sabrı tavsiye. İslam’ı kabul ettirmenin yolu zora değil, iyiliğe dayanır. Bu nedenle tebliğ, tatlı dil ve güler yüzle yapılmalıdır. Davaya anlatma sahası ilk planda aile ve çevresidir.
Hakkın tebliği yani İslami tebliğ görevini kim yapacaktır? Bunun için bir teşkilat gereklidir. İşte bu İslam nizamını halka anlatma görevini Milli Selamet Partisi yöneticileri olan sanıklar üstlenmişlerdir. Böylece suç işlemişlerdir.”
Milli Görüşçüler şüphesiz ki cihat yani hakkın, İslam’ın tebliği suçu işledikleri iddiasından sadece şeref duymuşlardır. Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad gibi gemileri yakarak cihat bayrağını açan Necmettin Erbakan, bütün hayatı boyunca haksızlıklara ve zulme uğradı.
Mevcut kurulu düzene teslim olmayanların, düzeni ve resmi ideolojiler sorgulayanların akıbeti hep böyle olmuştur. Kurduğu dört parti hukuk dışı uygulamalarla kapatıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden sonra hapse atıldı ve siyasi olarak yasaklandı. Refah Partisi kapatıldıktan sonra yine siyasi yasaklı oldu. Refah Partisi harcamalarıyla ilgili olarak Anayasaya aykırı bir usulle açılan ceza davasıyla 14 ay hapis cezası, hukuk davasıyla da 12 trilyon TL ödeme cezası aldı. Bingöl’de ve Urfa’da yaptığı konuşmalar için hapis cezasına çarptırıldı.
O dönemde de medya tam bir linç kampanyası içinde yalan haberler üretmekteydi. Erbakan’ın abdestsiz namaz kıldığı, bir namazı gösteriş için birkaç yerde kıldığı dedikodularını yaydılar. En önemlilerinden biri de Cumhuriyet tarihinin en başarılı hükümetlerinden biri olan 54. Erbakan Hükümeti’ni postmodern bir darbe ile yıktılar.
DARBE YANLILAR KİMLERDİR?
Türkiye Cumhuriyeti siyasetinde iki farklı eğilim hep olagelmiştir. Birinci siyasal eğilim, statükoyu sürdürmekten yarar umanların, gerçek demokrasiyi içine sindiremeyenlerin, tutucu, yasakçı ve gerici politikalarından kaynaklanmaktadır. Bu zihniyet sahipleri tepeden inmecidirler. Halkı beğenmezler. Milletin değerlerini hor görürler. Modası geçmiş “Kutsal Devlet” yanlısıdırlar. Bu eğilimin belirgin özelliği devletçi, otoriter ve yasakçı olmasıdır.
İkinci siyasal eğilim, temelde milletin iradesini esas almaktadır. Hukuku kuvvetin emrine değil, kuvveti hukukun emrine vermek istemektedir. Hedefleri herkese demokrasi, herkese insan hakları ve herkese refahtır. “Demokratik Devlet” yanlıları ideolojik devlete hayır, demokratik devlete evet demekte, hâkim değil hadim devlet, hizmet devleti olsun istemektedirler.
Statüko yanlıları ise bu konuların tamamını çağdaş standartlara, evrensel normlara göre değerlendirmek yerine “Türkiye’nin kendine özgü şartları var. Değerlendirmeler ve uygulamalar bu özgü şartlara göre yapılmalıdırlar.” dediler.
Statüko yanlıları; tek tip insan, tek tip yaşam tarzı, tek tip kültür, tek tip ideoloji ve tek tip düşünce anlayışına da sahiptirler. Hâlbuki toplumlar bir üniform yapı üzerine değil, farklılıklar üzerine kurulurlar. Hükümetlerin, devletlerin görevi bu farklılıkları ortadan kaldırmak değil, barış içerisinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır.
Statükocu bazı gruplar, TSK içinde ve bazı sivil kuruşlarda cuntalar oluşturdular. Bu cuntacılar ve dış güçler Türkiye’de siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel, milli ve bağımsız gelişmelerden rahatsız idiler.
Bundan dolayı yeni bir Türkiye dizayn ederek toplumu kendi anlayışlarına göre yönetme ve kontrol etme, güçlerini güvence altına almak istediler. Bunu gerçekleştirmek için gerektiğinde askeri cunta eliyle 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbelerini yaptılar. Bu darbelerle hem bireyler hem de topyekûn millet olarak ağır faturalar ödedik. Bu darbelerden en büyük zararı da ordumuz gördü. Bu darbeler döneminde ordudan toplam olarak 235 general, 6.000 civarında subay, 400 astsubay, 1.900 askeri öğrenci ihraç oldu.
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN VE DARBELER DÖNEMİ
Bizim tarihimizde darbe geleneği Sultan Abdülhamid Han döneminde başlamıştır. Cumhuriyet dönemindeki bu darbelerde de ittihatçıların “Devlet benim diyen vesayetçi zihniyeti’’ etkili olmuştur.
Silah zoruyla iktidara gelen, asker ve sivil üyelerinin büyük bir bölümü mason olan ittihat ve terakki fırkasının bağlıları, aynı zihniyeti taşıyan, önemli bir bölümü batılı ülkelerin desteğiyle Avrupa’da yaşayıp faaliyette bulunan “Jön Türkler” meşrutiyet ve hürriyet için ülkede irticai gelişmeleri önlemek için mücadele ettiklerini iddia ediyorlardı.
Ama asıl hedefleri Batılı ülkelerle iş birliği yaparak Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek ve devleti ele geçirmekti. Bunun için suikastlar da dâhil her türlü gayri kanuni ve gayri ahlaki yola başvurdular. Mehmet Akif’in:
Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
beytinde kullandığı “üç beyinsizler” sıfatıyla meşhur olan İttihatçı ve mason Enver, Talat ve Cemal paşalar orduyu siyasete soktular. Subaylar, ittihatçı ve itilafçı diye ikiye ayrıldılar. İç mücadelelerle gücü ve disiplini zedelenen ordumuz Balkan ve I. Cihan harplerinde yenilgiye uğradı. Böylece birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları ülkeyi birkaç yüz bin kilometre kareye kadar düşürdüler. Osmanlı Devleti’nin adeta parçalanma noktasına gelmiş olması İttihat ve Terakki çetesinin gerçek yüzünü ortaya çıkardı.
28 ŞUBAT SÜRECİ
Cumhuriyet döneminde yapılan darbeler arasında 28 Şubat’ın müstesna bir yeri vardır. Bu darbeleri yapan veya destekleyen cuntaları ve darbelerin gerçek hedeflerini doğru bir şekilde belirleyebilmek için 28 Şubat Darbesi’ni detaylı bir şekilde incelenmesinde fayda var.
Bize göre 28 Şubat bu darbeler arasında en iyi planlanmış, en zararlısı ve en utanç verici olanıdır. Çünkü bazı mihrakların iddia ettiği gibi 28 Şubat’ta sadece siyasete müdahale edilmedi. Gerçekte cuntacılar ve dış güçler, Türkiye’de siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda meydana gelen milli ve bağımsız çizgideki müspet gelişmelerden rahatsız oldular ve bu alanların hepsine doğrudan veya dolayı müdahale ettiler. Peki, Millî Görüş’ün ve Erbakan Hoca’dan neden bu kadar korktular?
Erbakan, milletimize hafızasını, şanlı geçmişini hatırlattı. Onlara güçlerini, imkânlarını, coğrafyalarının önemini, tarihi mirasını gösterdi. Emperyalist şer güçlere karşı “Hayır!” denilebileceğini, onurlu durulabileceğini gösterdi. İslam âlemine Siyonizm’in ve onun kontrolündeki Batı Medeniyeti’nin gerçek yüzünü gösterdi.
Erbakan, İslami duyarlılığı olan kitlelere ve özellikle mütedeyyin hanımlara siyasi bilinç kazandırdı ve siyasi örgütlenmeyi öğretti. Onları siyasetin merkezine taşıdı ve Batı taklitçisi sağcı partiler içerisinde erimekten kurtardı. Böylece Anadolu’nun köylü, işçi, esnaf ve memur çocukları belediye başkanı seçildiler. Milletvekili, bakan, başbakan ve hatta cumhurbaşkanı olabildiler.
Erbakan, yabancılara hayır denilebileceğini onurlu durulabileceğini gösterdi.
Erbakan, sömürgeciliğin yeni adı olan neoliberalizm ve küreselleşmenin ipliğini pazara çıkardı ve D-8’i kurdu. İslam Birliği’nin ilk adımını attı. Bütün geri kalmış ülkelere ve İslam coğrafyasına demokrasi seçeneğini gösterdi. Erbakan, bu ülkelerin baskı altında inleyen, aç bırakılmış insanlarına umut oldu.
1976 yılında, Erbakan Hocayla birlikte gittiğimiz Suudi Arabistan’daki bir toplantıda Hoca şunları açıklamıştı:
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler; BM, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, NATO gibi milletler arası kurumları organize ettiler. Bu kuruluşların sadece Batılılara hizmet etmekte, hatta bu kuruluşlar aracılığı ile geri kalmış veya kalkınmakta olan ülkelerin sömürülmektedir. Kardeş Müslüman ülkelerle birlikte kendi; Birleşmiş Milletlerimizi, UNESCO’muzu, Dünya Bankamızı, Para Fonumuzu ve Birimimizi, Savunma Teşkilatımızı kurmalıyız.”
Erbakan Hoca, Dolar isimli yeşil bir kâğıtla sömürüldüğümüzü, buna karşı Müslüman ülkelerin de müşterek para sistemi olarak “İslam Dinarı”na geçmelerini tavsiye ediyordu. Bu tekliflerin Batılıları ne kadar ürküttüğünü tahmin edebilirsiniz.
Erbakan borçlanmanın, faizin, rant ekonomisinin sonunun olmadığını söyledi. Tüm engellemelere rağmen üretim ekonomisini savunarak ülkeyi ayağa kaldırdı. Böylece sanayicilere, tüccarlara, esnaf ve çiftçilere altın yıllarını yaşadı.
Erbakan, milletimize denk bütçeyi, enflasyonu düşürmeyi, borçlanmamayı, faizleri düşürmeyi ve faizsiz adil bir düzen kurulabileceğini gösterdi. Havuz sistemini kurarak milletin kanını emen rantiyenin hortumlarını kesti, yıllarca dönen haram tekerlerine çomak soktu. Rantiyeden kestiğini memura, işçiye, çiftçiye, emekliye, dula, yetime verdi.
Erbakan, milli bir dış politika hedefledi. Bu durum, Türkiye ve İslam ülkelerinin gelişmesi yönünden çok önemliydi. Mesela, “1974 Kıbrıs Zaferi”. Uzun yıllar zafer hasretinde olan İslam âlemi, Kıbrıs Zaferi’nden sonra büyük bir özgüven yakaladı.
Post modern darbenin aktörlerini, Milli Görüş Hareketi’nin önlenemeyen yükselişi de ürkütmekteydi. Şöyle ki:
1984 yılından itibaren yapılan yerel ve genel seçimlerde RP oyları sürekli bir şekilde artmaktaydı. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde, nüfusumuzun %60’ının yaşadığı yerlerde İstanbul ve Ankara da dâhil, altı Büyükşehir Belediyesi ve 324 il ve ilçe belediyesini RP kazanmıştı. Bu kadar yoğun engellemelere rağmen 28 Haziran 1996’da 54. Erbakan Hükümeti kurulabilmişti. Erbakan Hükümeti ve RP’li belediyeler çok kısa zamanda çok başarılı hizmetler ortaya koydular. 54. Erbakan Hükümeti icraatıyla devlet - millet kaynaşmasının en güzel örneklerini sergiledi.
Bütün bu sebeplerden dolayı gayri kanuni ve gayri ahlaki metotlarla Milli Görüş Hareketi’ni tasfiye etmek istediler. Bunun temini için organize bir muhalefet icat ettiler. Bu organize muhalefetini düzenlemek üzere de “BÇG - Batı Çalışma Grubu” isimli bir teşkilat kurdular. Bir gazetecinin, “Batı Çalışma Grubu nasıl oluştu?” sorusunu Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak şöyle cevaplamıştı:
“O günlerde ülkede irticai faaliyetleri izleme, takip ve karışanların adalete rapor edilmesi adına, bir çalışma grubuna ihtiyaç duyuldu. Kuruluşun fikir babası Genel Kurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’dir. Adı, çeşitli önerilerin beğenilmemesi üzerine bizzat Çevik Bir tarafından konuldu.” BÇG’nin merkezi başlangıçta Deniz Kuvvetleri Komutanlığındaydı. Bu strateji merkezini başında da Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya vardı. Bu kuruluşun öncelikli amacı Refah Yol Hükümetini yıkmak ve ilerde Refah Partisinin tek başına iktidara gelmesini önlemek idi.
Erbakan’ın halkı “inanan ve inanmayan” diye ikiye ayırdığını söylüyorlardı. Kara kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan şu talimat, gerçekte toplumda ayırım yapanların kimler olduğunu açıkça göstermektedir:
“Kara kuvvetlerinin tüm personeli ve aileleri birer haber toplama vasıtasıdır. Onların elde edeceği her belge, bilgi ve haberin, silsileler yoluyla üst komutanlığa ulaştırılması emredilmiştir.”
11 Ocak 1997 günü Başbakanlıkta din görevlilerine; Diyanet İşleri Başkanı ve Diyanet camiasının ileri gelenlerine, ilahiyat fakültesi dekan ve öğretim üyelerine ve halkın hürmet gösterdiği bazı hoca efendilere verilen Ramazan iftarını “cemaat liderlerine ve tarikat şeyhlerine verilen iftar” diye takdim ettiler. Ertesi günkü bazı rantiyeci medyanın manşetlerinde “Tarikat Şeyhleri Başbakanlıkta”, “Tarikatlar Konutta” yer almıştı. Bu iftarın, münhasıran tarikat şeyhlerine verildiği intibaı uyandırılmak isteniyordu. Erol Özkasnak da “Erbakan’ın mollalara verdiği iftar yemeği bardağı taşırdı.” diyordu.
11 Aralık 1996 tarihinden itibaren 11 gün Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerinde tam sayfa ilanlar yayınlandı. Bu ilanlarla halkın Refah Yol Hükümetine karşı çıkmaları hedeflenmişti. Genelkurmayda yüksek yargı organlarının üyeleri, gazeteciler, bürokratlar, sivil toplum örgütleri gibi çeşitli gruplar için brifingler yapıldı. Her toplantı sonunda iştirakçiler, darbecileri ayakta dakikalarca alkışladılar. 4 Şubat 1997 tarihinde ise Sincan’da tanklar yürütüldü.
PAŞALARIN AÇIKLAMALARI
Ordunun özellikle 28 Şubat döneminde siyasetin içerisine girişinin tipik bir örneğini de 28 Şubat’ta Sincan’da suç olduğunu bile bile “Tankları ben yürüttüm.” diyen Korgeneral İzzettin İyigün’ün açıklamalarıdır.
“Bu tankların yürümesinde Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın ve o dönemde güçlü olan isimlerden Çevik Bir’in haberi yoktu. Karadayı yürüyüşten dört saat sora haberdar olmuş. Çevik Bir ise daha erken öğrenmiş ancak belki bu yürüyüşe engel olur diye Genelkurmay Başkanına haber vermemiş. Karadayı, dört saat sonra öğrenince önce çekinmiş, korkmuş bir darbe mi var diye. Çevik Bir darbe olmadığını söylemiş. Karadayı da ‘Genelkurmay nasıl olur da benim haberim olmadan bu işlere girişir.’ diye Çevik Bir’i iyice fırçalamış. Ancak iki saat sonra bize tekrar telefon açtı ve ‘Ne güzel yaptınız, hakikaten büyük bir başarı gösterdik. Hepinizin gözlerinden öpüyorum, tebrik ediyorum, gurur duyuyorum sizlerle.’ diyerek yürüyüşe sahip çıktılar. Bir de üstüne kahraman oldular.”
28 Şubat post-modern darbesinde, patronlar kulübü TÜSİAD’ın yönlendirmesiyle kamuoyunda “5’li çete” olarak bilinen TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK; Erbakan Hükümeti’nin düşmesi için büyük gayret gösterdiler. TÜSİAD, RP’nin yükselişinin nasıl önlenebileceğini tespit maksadıyla bir araştırma yaptırmıştı. Bu araştırmada özellikle 1983-1996 yılları arasında İmam Hatip okullarındaki ve Kur’an kurslarındaki okul ve öğrenci sayısındaki artışlar, aynı yıllar arasında vakıflar ve onlara ait yurt sayısındaki artışlar, cami sayısındaki artışlar ile “yeşil sermaye” diye adlandırdıkları Anadolu sermayesindeki değişim incelendi. Bu kurumlardaki artış ile RP’nin oy artışı arasında paralellikten hareketle bu şartlarda RP’nin 2000 yılı seçimlerinde %35, 2005 yılı seçimlerinde ise %66 nispetinde oy alabileceği tahmininde bulundular.
Bu durumda acilen bazı önleyici tedbirlerin alınması gerekmekteydi. Dolayısıyla TÜSİAD’ın öncülüğünde bu kuruluşlar ve bazı medya patronları 11 Aralık 1996’da Atina’da bir toplantı düzenlediler. “Türk-Yunan İş Adamları Toplantısı” şeklinde kamufle edilen toplantıda araştırma raporunda teklif edilen tedbirleri ve bunların uygulanmasını müzakere ettiler.
“Brifingci Paşa” diye isimlendirilen ve bazı çevrelerce 28 Şubat’ın “kara kutusu” kabul edilen Genel Kurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak “İrtica ve Laiklik” bahaneleriyle televizyonda şunları söylemişti:
“O dönemde bize yaranmak için kimler gelmedi ki! Biz talep etmememize rağmen destek verdiler. O anlı şanlı bazı gazeteciler, siyasetçiler, medyada 5’li çete diye anılan TOBB, TİSK, TÜRK-İŞ, DİSK, TESK gibi sivil toplum örgütlerinin patronları, büyük sermayenin bazılarının temsilcileri, bürokratlar, bazı yüksek yargı mensupları…
Bütün darbe ve muhtıralar, ülkenin birlik ve beraberliği, yasal düzeni, can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla hiç istenmediği halde, halkın büyük çoğunluğunun arzusu doğrultusunda yapılmak zorunda kalınmıştır. Bu 28 Şubat, o kadar Türkiye bakımından faydalı ve önemli ki, eğer biz 28 Şubat’ı yapmasaydık şu 18 Nisan seçimlerinin neticesi böyle olmazdı.”
Bu sözler üzerine Fazilet Partisi Grup Toplantısı’nda Anayasayı çiğnediklerini itiraf edenler için savcıları göreve çağırmıştım.
Yine Özkasnak, “28 Şubat kararlarını dönemin başbakanı birkaç gün imzalamadı. Bu süre içinde dönemin MGK Genel Sekreteri ikna için uğraştı. Sonunda MGK kararlarını imzalamadı. Ama kafasında olabildiği kadar bu kararları sulandırmak vardı.
Takip eden iki MGK toplantısında Başbakan, MGK kararlarını uygulama adına hiçbir adım atmayınca işte o zaman harekete geçildi. Genelkurmay olarak Türkiye’de irtica tehlikesini açıkça gözler önüne sermek için bir seri bilgilendirme toplantıları ve brifingler yapıldı. Kamuoyu ve sivil toplum örgütlerinde duyarlılık oluşturuldu.
Sonunda, Başbakan yine bir ara yol bulup zaman kazanmak amacıyla hükümeti ortağına devretmek istedi. Ama bu oyun, Çankaya’dan döndü. Ancak sonrasında bugünlere kadar geldiğimiz hatalar zinciri başladı. Müteakip hükümetler, MGK kararlarını uygulamada yetersiz kaldı.”
Bu darbeler yapılırken gerekçe olarak kullanılan irtica ve laiklik Osmanlı döneminde de gündem olmuştur. Yani yeni bir argüman değil. Mesela hiciv şairi Şair Eşref şöyle ifade buyuruyor:
Dolanıp durma derununda, yıkıl git yoksa
Mürtecidir diye ey gam seni ihbar ederim.
28 Şubattan sonra Türkiye tam bir inişe geçti. Ekonomik kriz, yolsuzluklar, banka hortumlamaları, işsizlik, bir günde %80 fakirleşme olunca irtica ve laiklik iddialarının yalan olduğu ortaya çıktı.
28 Şubat’ın aktörleri, “28 Şubat 1.000 yıl sürecek.” diyorlardı ancak öyle olmadı. Yeşil sermaye saplantısı ile kebapçılara, kokoreççilere kadar herkesi fişlemişlerdi. Ama batık bankalara, hortumcu holdinglere danışman olmalarında hiçbir mahzur görmüyorlardı.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, diğer komutanlarla birlikte Cumhurbaşkanı Demirel’i ziyaretlerinde, “Aşırı dinci akımlar bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline gelmiştir. PKK tehdidi ikinci plana düşmüştür. İrtica PKK’dan daha tehlikelidir.” demişti.
Habitat 2 Konferansı’na katılmak üzere Türkiye’ye gelen İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, İstanbul’a varışında pervasızca şu açıklamalarda bulundu: “Türkiye’de laik güçler bir an önce toparlanmalıdır. Aksi takdirde Refah Partisi iktidara gelecektir. Bu da İsrail’i rahatsız edecektir. Yakın dostum Demirel, RP’yi engellemek için elinden geleni yapacaktır.”
Fransa Yüksek Mason Konseyi ise Türkiye Mason Locası üstadı Necip Arıduru’ya gönderdiği mektupta şu talimatları vermişti:
“Refah Partisini iktidarı bırakmaya mecbur etmek için, gerekli bütün tedbirleri alınız. Refah Partisinin iktidarının tamamen yok olması ve seçmenlerinin ümitlerini kaybetmesi ile neticelenebilecek siyasi bir konjonktürü oluşturunuz. Refah Partisine destek veren İslami basını; ekonomik, siyasi ve adli baskı yoluyla görevini yapamaz hale getiriniz.”
Halkımızın çok yakından tanıdığı gazeteler ve televizyonlar da hiç vicdanları sızlamadan bu sözleri manşetlere taşıdılar. Şimdi aziz milletimiz, bu iddia sahiplerine ve bu iddiaları manşetlerine taşıyan medya patronlarına soruyor: “Geçen süreç sizleri mi haklı çıkardı, yoksa Erbakan Hoca’yı mı?”
28 ŞUBAT’TA ABD PARMAĞI
28 Şubat döneminde 54. Erbakan Hükümet Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanı idim. Enerji alanında en büyük sıkıntı, doğalgaz yetersizliği idi. Bunun için gaz temininde bir ülkeye bağımlı olmamak, güvenilir ve ucuz gaz temin edebilmek maksadı ile yaklaşık 11,5 ay süreli bakanlığım sırasında Irak, İran, Mısır, Yemen, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ziyaretlerimde bu ülkeler ile ön anlaşmalar imzaladık.
Acil ihtiyacımızı karşılamada İran’a öncelik verdik. Çünkü İran’da Tebriz’e kadar ulaşmış bir doğalgaz boru hattı vardı. Tebriz’le Doğubeyazıt arasında yaklaşık 80 kilometrelik bir boru hattı inşa edildiğinde İran doğalgazı çok kısa bir süre içerisinde Türkiye’ye ulaşabilecekti.
Bu konuda İran ile müzakereye başladığımızda ABD’den iki bakan beni ziyaret edip, “Bizim D’Amato yasamıza göre İran ile yılda 300 milyon dolardan fazla bir ticaret yapan kurumlar hakkında bazı önleyici tedbirler alıyoruz. Onun için İran’dan doğalgaz almamanızı öneriyoruz. Arzu ederseniz biz ihtiyacınız olan gazı başka kaynaklardan temin edebiliriz.” dediler.
Kendilerine, “Süratli, güvenilir ve ucuz her alternatifi müzakere edebiliriz. İhtiyacımızı hangi kaynaktan karşılamayı düşünüyorsunuz.” diye sorduğumda, “Katar’dan sıvılaştırılmış doğalgaz olarak sağlayabiliriz.” diye cevapladılar. “Bu alternatifte doğalgaz fiyatı İran’dan oldukça pahalı olacaktır. Aradaki fiyat farkını herhalde karşılayacaksınız?” soruma ise “Biz niye karşılayalım. Biz size sadece gaz temininde yardımcı oluruz.” dediklerinde, “Peki, biz niçin ucuzu varken pahalı bir çözümü kabul edelim?” deyip İran konusundaki kararlılığımızı açıkladım. Bunun ardından Tahran’da gaz anlaşmasını imzaladık. Bu ve benzeri davranışlarımız şüphesiz ki Amerika yönetimini ürküttü.
Amerika’nın 54. Erbakan Hükümeti hakkındaki görüşlerini Ekim 1996’da ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher tarafından Ankara Büyükelçiliğine gönderilen “Gizli” başlıklı mesajda görmekteyiz. Bu belgede şunlar ifade edilmektedir:
“Departmanımız, Türk Hükümetinin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı’dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı derin endişe içerisindedir.
Kanaatimizce Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirme konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır (düşmancadır). TSK’nın birçok üst düzey subayı, Erbakan’ın Türkiye’nin yönünü batıdan doğuya çevirmesine ilişkin planlarını desteklememektedir.
Türkiye, Birleşik Devletler’in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir. Türk askeriyesi bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır.
Bu konuda ki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyoruz.”
TARİHİ 28 ŞUBAT MGK TOPLANTISI
Günler öncesinden medyada Milli Güvenlik Kurulunun uzun süreceği ve son derece tartışmalı geçeceği söyleniyordu. Toplantı günü, yerli ve yabancı gazeteciler erkenden köşkün kapısında yerlerini almışlardı.
Saat 15.00’da başlayan toplantıyı Demirel kısa bir konuşmayla açtı. Ardından MİT tarafından hazırlanan “Radikal Dinci Akımların Rejime Etkileri” başlıklı rapor, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dış İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporlar okundu. Ardından Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner irtica ile ilgili bir rapor takdim etti. Raporların takdiminden sonra Karadayı ve Kuvvet Komutanları söz alıp irticai gelişmeler ve laiklik ihlalleriyle ilgili iddialarda bulundular. Genelkurmay tarafından hazırlanan 18 maddelik önerilerinin MGK kararı olarak kabul ve ilan edilmesini istediler. Komutanların ardından söz alan Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan ve Tansu Çiller askerlerin önerilerine sıcak baktıklarını söylediler.
Asker ve sivil kurul üyelerinin tamamına karşı tek başına kalan Başbakan Erbakan, 9 saat süren toplantının sonuna doğru önce Demirel’in önündeki Anayasa kitapçığını istedi ve şunları söyledi:
“Bazı odaklar hükümetimizle ordumuzu karşı karşıya getirme gayreti içindedirler. Biz laikliğe değil, laikliğin din düşmanlığı şeklindeki anlayışa karşıyız. Toplantıda gösterilen film ve okunan raporlar istihbarata değil, yönlendirmeye dönüktür ve MOSSAD kaynaklıdır. Getirdiğiniz 18 maddelik tekliflerin MGK kararı haline getirilmesini istiyorsunuz. Bu tekliflerin büyük bir bölümü biraz önce okuduğum Anayasa’nın 2. Maddesi’ne aykırıdır. Siz 2. Madde’de sadece laikliğe vurgu yaptınız. Anayasa bir bütündür. 2. Madde’deki toplumun huzuru, demokrasi, insan haklarına saygı, milli dayanışma, adaletli muamele hükümlerini göz ardı ettiniz.”
9 saat sonra toplantı sona erdi. Basın mensupları Erbakan’ın söyleyeceklerini özellikle merak ediyorlardı. Buna mukabil Erbakan toplantının ardından yüzündeki tebessümü bile değiştirmedi. “Suni olarak meydana getirilen gerginliği ortadan kaldırmak, tansiyonu düşürmek hepimizin görevidir. Toplantıda Türkiye’nin her türlü meselesini görüş birliği içinde gözden geçirdik.” dedi.
ÖZÜR VE PİŞMANLIKLAR
Dilimizde şimdilerde unutulan anlamlı bazı kelimeler var. İtidal, teenni, sabır ve basiret. Gerçek devlet adamları Erbakan Hoca gibi bu kelimelere uygun hareket ederler. Bu olayın ardından bazı malum çevreler Erbakan’ı 28 Şubat sürecinde yeterince sert tepki göstermediği ve direnmediği için eleştirdiler. “Erbakan’ın inadı üç gün sürdü.”, “Paşa paşa imzaladı.” dediler. Ama yıllar sonra bir mahkemede 28 Şubat tarihli MGK’nın gizli olan zabıtları açıklanınca gerçekler, Erbakan’ın sonuna kadar nasıl direndiği ortaya koydu. Bu gerçekler karşısında gazeteci Ahmet Hakan “Hocam Bizi Affet” başlıklı yazıyla özür dilemişti.
Erbakan Hükümeti’nden korkutularak istifa ettirilen Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, DYP Genel Sekreteri Tevfik Diker, Sabah Gazetesi eski sahibi Dinç Bilgin pişmanlıklarını açıklayıp Hoca’dan özür dilediler. 54. Erbakan Hükümeti’nde Sağlık Bakanı iken istifa eden Yıldırım Aktuna şu ifadelerde bulundu:
“Bizi ite kaka istifa ettirdiler. ‘Darbe geliyor.’ dediler. Partide kalmayı neredeyse vatan hainliği ile eşdeğer görüyorlardı. O zamanki medyanın bombardımanı ve Genelkurmay Başkanı Karadayı Paşa’yla yaptığım görüşmelerden sonra ben rejimi tehlikede görmeye başladım. Rejimi koruyabilmek adına, hükümetten ayrıldım. Zaman zaman buluşmamızda Karadayı Paşa bana, ‘Bu hükümetin devamını biz kabul etmiyoruz. Bu koalisyon bozulmalı. Türkiye için zararlı bir koalisyondur.’ diyordu.
İş âlemi ve medya da bunu körüklüyordu. Bu çalışmalar neticesinde Refah Yol Hükümeti bozuldu. Yerine darbecilerin istediği, Anasol-D Hükümeti kuruldu. 28 Şubat’ta Erbakan’a dayatılan ve Erbakan Hükümeti tarafından uygulamaya koyulmayan 18 madde, darbecilerin desteği ile kurulan Anasol-D Hükümeti tarafından gündeme bile alınmadı. Ben de o zaman ‘Demek ki, irticaının ve şeriatın önlenmesi iddiaları gerçek değilmiş.’ diye düşündüm.
Sonradan bu yeni hükümet döneminde bir sürü yolsuzluk, banka hortumlanmaları da gündeme geldi. Daha sonra Karadayı Paşa’yla bir konuşmamda, ‘Vallahi bakın, galiba hepimizi kandırdılar. Asker, medya bizi zorluyordu. Hâkimler, bürokratlar, medya mensuplarına brifingler veriliyordu. Paşam sizi, bizi acaba gaza mı getirdiler, kandırdılar mı? Demek ki, birtakım çevreler Refah Yol Hükümeti’nden istediklerini bulamadı. Beklentilerini karşılamadı, o hükümet.’ Bu sözlerime Genelkurmay Başkanı Karadayı hiçbir şey söylemedi. Ben de o zaman şöyle düşündüm. Demek ki irticanın ve şeriatın önlenmesi iddiaları gerçek değilmiş.”
Refah Yol Hükümeti döneminde, DYP Milletvekili ve DYP Eski Genel Sekreteri Tevfik Diker de partisinden istifa etmiş, sonradan sergilediği tutumdan dolayı pişmanlık duyduğunu itiraf ederek şu açıklamalarda bulundu:
“28 Şubat’ı yapanlara göre amaç, laik Cumhuriyet’i irtica tehdidinden kurtarmaktı. Ama zamanla anladım ki gerçek asla öyle değildir. Asıl amaçları Erbakan’ın D-8 projesinde, ABD ve İsrail’in rahatsızlığını, bazı büyük sermaye gruplarından da havuz hesabından tedirginliklerini ortadan kaldıracak yeni bir siyasi yapının kurulmasıydı…
Ben, Refah Yol Hükümeti’nin kuruluşuna karşıydım. Zaman içerisinde şahit olduğum bazı olaylar karşısında gerçekleri gördüm. Şimdi Muhterem Hocam Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a sesleniyorum: Dünden bugüne geldiğimde; elimi vicdanıma koyarak bir öz eleştiri yaptım. Ülkemde yaşayan en az 20 milyon aç ve yoksul varken yapılan talan ile emperyalist hesaplar, akan kanlar beni uyandırdı. Zat-ı âlinizin ‘Milli Görüş’ hassasiyetinizi yeterince algılayamadığım, Refah Yol Hükümeti’nde yardımcılığınızı kabul etmediğim ve Refah Yol Hükümeti’ne karşı mücadele ettiğim için sizden samimi bir özür diliyorum.”
28 Şubat sürecinin İçişleri Bakanı Müsteşarı Teoman Ünüsan şu itiraflarda bulundu:
“MGK toplantısının ardından irtica söylentileri gündeme iyice oturdu. 14 Nisan’da bütün valileri irtica gündemiyle topladık. Toplantıda MGK kararları ele alındı. Valilere, ‘Ne diyorsunuz? İrtica var mı, irtica geliyor mu? Bunları en iyi siz bilirsiniz.’ diye sorduk. İstisnasız bütün valiler, ‘Ne irticası? Nereden çıkarıyorlar bu irticayı. İrtica mirtica yok bu ülkede?’ cevabını verdiler. Bu cevabı veren valiler de Refah Yol Hükümeti yeni vali atamadığı için önceki dönemlerde göreve getirilmiş valilerdi.
Ben, Refah Partisi’ne çok uzak bir bürokratım, hiçbir zaman onlara oy vermedim ama Allah var, haklarını vermek gerekir. Özellikle ekonomi alanında çok iyiydiler. Ülke iyiye gidiyordu. Bu konuda medyanın büyük payı var. Medya bilinçli olarak ülkeyi darbe havasına soktu. Böylece koltuk düşkünleri muratlarına erdiler. Hem işi aldılar hem yapmadılar hem de malı götürdüler. Refah Yol Hükümeti yıkılmasaydı Türkiye ekonomisi çoktan düzlüğe çıkmış olurdu.”
DİSK Başkanı Rıdvan Budak, “28 Şubat tarihimize olumlu bir sayfa olarak yazılmayacak. 5’li çetenin mimarı, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi. 1.000 yıl süreceği söylenen 28 Şubat, 5 yıl bile devam edemedi.” dedi.
TİSK Başkanı Refik Baydur, “28 Şubat’ta Türkiye’de bir rejim tehlikesi yoktu. Rejim tehlikesi varmış gösterilerek ‘Asker ile sivil el ele demokrasiyi kurtardı.’ söylemi doğru değil. Tankların yürümesi bir ihtilal havası estirdi. Buna gerek yoktu. Çevik Bir, bazı yerlere ulaşma arzusundaydı. O hükümet döneminde patronların çıkarları zedelenmişti. İşveren kanadı maalesef kendi çıkarlarına bakıyor.” açıklamasını yaptı.
Hocamızı Milli Güvenli Kurulunda 9 saat sıkıştırıp ezmek istediler. Ancak güçleri yetmedi. Peki, milletin gözünden kimler düştü? Sultan Abdülhamid’e yapılanlar Erbakan Hoca da yapılmak istenmişti. Önce iftiralar, sonra pişmanlık ve özür dilemeler. Rıza Tevfik ve Namık Kemal’in pişmanlıkları dizelerde hâlâ hayat sürmektedir.
Filozof Rıza Tevfik:
Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan.
Asrın en siyâsi pâdişâhına.
Divâne sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sâde deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına...
Namık Kemal:
Edepsizlikte tekleriz,
Kimi görsek etekleriz.
Haktan da yardım bekleriz,
Ne utanmaz köpekleriz.
Dalkavuklukla irtikâb,
İşte etti bizi harab,
Sen söyle ey Şevketmeab,
Ne utanmaz köpekleriz.
28 Şubat Darbesi ile ülkemiz tarihinin en büyük soygununu yaşamış, ülkenin 50 milyar doları bankalarda hortumlanmış, ülkemiz benzeri görülmemiş bir ekonomik krizin içerisine düşürülmüştür.
Yüksek yargı organlarının bazı üyeleri brifinglerde antidemokratik uygulamaları hararetle alkışladıkları için TV kanallarına çıkıp, “Bizim yaptığımız postmodern bir darbeydi, bu müdahalemiz olmasaydı, parlamento aritmetiği böyle mi olurdu?” diyerek Anayasa suçu işleyenler hakkında hiçbir yasal işlem yapılmadığı için yargımıza olan güven, önemli ölçüde sarsılmıştır.
Medya, demokrasi konusunda bir kere daha sınıfta kalmıştır.
Eğitim sistemi felç edilmiş, üniversitelerimiz bilimselliği iyice yitirmiş; milli, manevi ve ahlaki yıkım hızlanmıştır.
Yeşil sermaye iddiasıyla pek çok kişi fişlenmiş, kendi yurttaşını kendi ülkesinin tehdidi sayan bir zihniyet sergilenmiştir.
Partiler kapatılmış, siyasetçiler, belediye başkanları, gazeteciler başta olmak üzere binlerce insan görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Başbakanlık Takip Kurulu ve Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre 1997’de 2.956 kişi, 1998’de 4.420 kişi irticai faaliyetlere katıldıkları gerekçesiyle gözaltına alınmıştır.
Ağustos 1997’de İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatmak, Kur’an kurslarının önünü kesmek amacıyla 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasası çıkarılmıştır.
Çeteleşme ve şiddet eğilimleri, 28 Şubat döneminin talihsiz ürünleridir.
28 Şubat’ın ardından iktidara getirilen partiler dış politikada bütünüyle ABD, İsrail ve AB’ye bağımlı hale getirildi. Bu teslimiyetçi ruh hâlâ aşılabilmiş değil.
28 Şubat olmasa, 54. Erbakan Hükümeti iki üç yıl daha işbaşında kalabilseydi şimdikinden çok farklı bir Türkiye olurdu. Dış politikada ve ekonomide tam bağımsız bir ülkeye ulaşırdık. D-8 meyvelerini vermeye başladığında 1 milyarlık bir nüfus karşısında ABD ve yandaşları işgal ve sömürü planlarını işletemeyecekti.
28 Şubat döneminin kudretli komutanı Çevik Bir Amerika’dan seslenmişti. “Demokrasiye balans ayarı yaptık.” diye. Ancak Erbakan Hoca’nın cenazesinde gördük balans ayarı nasıl yapılırmış! Hocalarını uğurlayan milyonlar, hocalarına yapılan saygısızlıkları, haksızlıkları bir araya gelerek cevapladılar. Onu tarihe gömmek isteyenlerin 28 Şubat’ını tarihin kara sayfalarına gömdüler.
Ölümünün üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ, gök kubbede Erbakan Hoca’nın gür sesi yankılanmaktadır. Zaman geçtikçe Hoca, daha da iyi anlaşılacaktır. Tıpkı, yüce bir dağın ihtişamının o dağın eteklerinden uzaklaştıkça daha iyi algılanışı gibi.
Hepimizin üzerinde çok büyük emeği ve hakkı olan muhterem Erbakan Hocamıza Cenab-ı Hak’tan tekrar rahmet ve mağfiret diliyorum.
Sevdası sevdamız, duası duamız, gayesi gayemiz olsun.
Allah’a emanet olunuz.